İslam kültürünün kendi kaderine terk edilen bedi zevklerinden biri de mahyalardır. Bu özgün sanat, kendisini yenileyememenin çaresizliği ile her geçen Ramazan’da camii ve cemaatinden biraz daha uzaklaşıyor. İslam’ın engin sanat anlayışını bedî şekle büründürebilen Osmanlı hünerinin tipik sembollerinden olan bu kadim sanat, Müslümanların sanat yoksunu hale getirildiğinin, inanç, sezgi ve hünerini kaybedişinin ve özgün çalışmalar yerine taklit ürünü eserleri tercih edişinin bir çeşit ifadesi gibidir. Oysa hızlı ve çılgın teknolojinin fırsatlarıyla buluşturulup İslam toplumlarının ortak sanatlarından biri olabilirdi. Biz onu, kabak tadı veren birkaç tarz, spot, imaj ve yazı ile ayakta tutmaya çalışıyor görünsek de kurumaya başlayan bir ağacın solgun benzine düşen birkaç damla suyun kifayetsizliğinde baygın görüyor ve nostalji tadı vermekten öteye gidemeyişine üzülüyoruz.
Bir ecnebi seyyahın, “Dünya yüzünde sevilmeye ve sayılmaya layık, Türklerin hiçbir medeni eserleri olmasa bile yalnız şu gökten yıldızları toplayıp minareler arasında yazı yazmayı akıl edişleri ve bunda muvaffak oluşları oların medeniyette ne kadar ilerde olduklarının ifadesidir.” sözü kaderine bırakılan mahya sanatının eğitimli toplumların nezdinde neler ifade ettiğine en yakışır cevaptır. Kendi ruh kökümüzden fışkırmış bu sanat, şimdilerde her şehirde birkaç selâtin camide zoraki duruyor ve çifte kumrular gibi yan yana duran minarelerin kollarında asılmayı bekliyor. Ramazan’ı sadece açlık ve susuzluk olarak görmeyen, her yanda güzeli çağrıştıracak tayflarla müminlere eğitici ve öğretici kelamlarla hitap etmeyi seçen zevkin yeniden canlanmasının derdine düşmeliyiz.
Aslında mahya sanatı, sadece cami minareleri arasına gerilen iplere takılmış ampuller vasıtasıyla dini önem taşıyan söz ya da sembollerin ışıklandırılarak yazılması sanatı değildir. İslam toplumunda sanatkârın zihninin nelerle meşgul oluşunun ve etrafı ucubelerin kapladığı bir zamanda müspet eserlere beyinleri yönlendirmenin ifadesidir. Sanatkârına kendi değerlerini kazandıran bir cemiyetin sanatçısını himaye etmesidir. Elektrik ve ampulün henüz icad edilmediği devirlerde, bir caminin iki minaresi arasına gerilen bir halattan küçük kandiller sarkıtarak gece karanlığına özlü ve güzel sözler yazmayı akıl eden ve muhtelif tasvirlerle sokağa bakan cumbalardan, teravihe koşan müminlere kadar herkesi bir farklı zaviyeden düşündüren sanatkârın, sanata inanç katma mahareti ve eserde manevi hava estirme sezgisi ancak derin bir kültürden beklenen hünerdir.
Dünyada şuan bu işi yapan sadece 3 mahya ustası olduğunu biliyoruz. Bu ustalar da hak ettikleri değeri alamadıklarından şekva edip duruyor: “ Mahyacılık zor iş. Yaz, kış, soğuk, tipi demeden minare tepelerine çıkacaksınız. Yerden 100 metre yukarıda hava şartları ile mücadele edeceksin. Sabır ve sevda isteyen bir iş. Bizim yanımıza yardımcı eleman veriliyor; ama fazla dayanamıyorlar. Bir yolunu bulup ya başka bölümlere geçiyorlar ya da bu işi yapamayacaklarını söylüyorlar.” gibi gayet tabi serzenişler… Elbette edecekler. Marifet iltifata tabidir/Müşterisiz meta zaidir. Her şehrin en yüksek tepelerine bile gökdelenler dikilebilen mühendislerin ülkesinde söylenecek çaresizlikler midir bunlar?
Mahyacılık sanatı; diğer Müslüman ülkelerde olmayan, bize mahsus örf, âdet ve kültür değerimizdir. Mahyalar, dini ve milli gün ve gecelerimizde akşamdan sabaha kadar o heyecan ve kutsiyeti gökyüzünde sergileyerek ilan eden üstün zekânın eseri… Ecdat, memleket mimarisinde zamanlarına göre büyük ilerlemeler yapmış, manevi mekânları süsleyerek ölümsüz eserler bırakmak istemiş ve bu minvalde hiçbir masraftan da kaçmamıştır. En son ve en mübeccel dinin şanına yakışır abideler dikmiştir.
Peki, nasıl yapılıyor bu sanat; gerçekten maliyetli ve meşakkatli mi? Hayır. Bunu yapmak sivri akıllı olmayı da gerektirmiyor. Mahyacı, yazı veya şekli önce kareli kâğıt üzerinde planlıyor. Her bir kareye isabet eden çizgiye göre yapılacak düğümleri hesaplıyor. Sonra ayrı ayrı iplere kandiller (lambalar) diziyor. Böylece harf ve çizgiler sırasıyla minareler arasındaki yerini almış oluyor. İşte o zaman mahya ustaları bir ömür boyu kazandığı hünerle, aylardan beri büyük bir titizlik ve gizlilik içerisinde hazırladığı tasarılarını uygulama alanına koyarak, sema ekranında sergiliyor. Bütün bu işler eskiden bir sır, bir rekabet ve bir yarışma havası da taşırdı. Her gece yeni bir mahya kuranlar olduğu gibi, teravih namazından önceki mahyasını, teravihten sonra yeni bir mahya ile değiştirme ustalığına sahip, mesleğinin aşığı, sanat rekabetine gönül vermiş ünlü mahyacılar vardı. Usta mahyacılar, namazdan önce gerdikleri mahyayı, herkes teravihte iken, birkaç saat içerisinde yenisiyle değiştirirdi. Diğer camilerin mahyacılarına bir bakıma tatlı bir meydan okuyuş anlamına gelen bu gösteriyle, unutulmaz Ramazan gecelerine renk ve heyecan katarlardı.
Her sene Ramazan yaklaşınca zamanın Vakıflar İdaresi camilere kandil yağları, balmumu dağıtırdı. On beş gün kala yani Berat Kandilinin ertesi günü çifte minareli camilere mahya ipleri çekilirdi. Çifte minareli camilere selatin camileri denir ki, mahyalar bu minarelerin arasında kurulurdu. Bununda kendisine göre bir teamülü ve an’anesi var. On beşine kadar “Ya Gufran, Ya Kafi, Ya Ali Ya Kerim” gibi hitaplar, on beşinden sonra da münasip resimler yapılırdı ya da “el-firak” yazılırdı ki bu da ramazanın sonuna doğru gidildiğini hatırlatırdı. Yükselme ve refah asrımızda herkesin bir yenilik aradığı 1614’te Fatih Camii müezzinlerinden Kefeli Hattat Hafız Ahmet, iki minare arasında ortası yazılı sanatkârane bir çevre işleyip genç padişah 1.Sultan Ahmet’e hediye eder. Çok hoşa gider. Dini edebimize muafık olmak şartıyla ramazan gecelerinde minareler arasında bunun gibi mahya kurulması arzu edilir. Bu suretle ilk mahya 1617’de yeni Sultan Ahmet Camiinde kurulmuş olur.
Mezar taşları ile övünen bir millet olmaktan kurtulup dünyada nano teknolojiler sayesinde inovasyonla akıllara durgunluk veren gelişmeler içine, mahya sanatını da biz katsak iyi bir iş yapmış olmaz mıyız? Lokma çiğnenmeden yutulmuyor. Eli maharetli ustalara ve mühendislere mahya sanatının geliştirilmesi için destek çıkılsa ölü yatırım olmaz… Beklide bir sektör daha canlanacak. Belediyeler, esnaf odaları, diyanet ve STK’lar birlikte açacakları kurslar ve yarışmalarla bu sanatın çehresi değişebilir. KOSGEB ve DOĞAKA gibi kurumlara yazılacak bir proje ile neler yolmaz ki? Merhum Mehmet Akif’in mısralarından mülhem bir beyitle kelamı yekûn tutalım: Sahipsiz sanatın batması haktır/Sen sahip çıkarsan bu sanat batmayacaktır.
400 yıla yakın bir süredir gökyüzünü süsleyip çeşitli mesajlar veren mahyacılık sanatı diğer Müslüman ülkelerde olmayıp sadece Türklere ait bir kültürdür. Mahya demek Ramazan demektir aslında. Çünkü mahya sanatı Ramazan ayında gösterir kendisini daha çok. Peki, bize Ramazan Ayı’nı müjdeleyen mahya ne demektir? Mahya, birden fazla minaresi bulunan camilerin minareleri arasına konulan ışıklı yazı demektir.
Büyük camilerin minareleri arasına ip veya teller gerilerek yapılan mahya üzerine kimi zaman yazı yazılarak kimi zaman ise resim çizilerek sergilenirdi. Osmanlı da her ne kadar yağ kandilleri ile yapılmış olsa da günümüzde teknolojinin de etkisiyle elektrik enerjisinden faydalanılmaktadır.
Mahyacılık sanatının amacı ramazan ayının getirmiş olduğu sevinç, bolluk ve Allah’a duyulan şükranı vurgulamak, halkı iyiliğe yönelterek, çocuklara ramazanı sevdirmektir.
Eskiden mahyacılık ustalık isteyen, zor bir sanat dalıydı. Hatta öyle ki dünya da şu an sadece 3 büyük mahya ustası vardır. Bu ustalar da zaten zor olan bu sanat dalını birlikte çalışarak icra etmektedirler. Bu 3 büyük ustadan birisi olan Kahraman Yıldız’ın işiyle ilgili sözlerini aynen aktarıyorum sizlere: ‘’Mahyacılık biraz zor iş. Yaz, kış, soğuk, tipi demeden minare tepelerine çıkacaksınız. Yerden 100 metre yukarıda hava şartları çok daha sert oluyor. Buna dayanmak kolay değil. Sabır ve sevda isteyen bir iş. Bizim yanımıza yardımcı eleman veriliyor ama fazla dayanamıyorlar. Bir yolunu bulup ya başka bölümlere geçiyorlar ya da bu işi yapamayacaklarını söylüyorlar.’’
İlk Mahya: Rivayete göre ilk mahya 1614 yılında Fatih Camii müezzinlerinden Hattat Hafız Ahmet Kefevi’nin iki minare arasına ortası yazılı bir resmi dönemin padişahı 1.Ahmet’e hediye etmesiyle başlamıştır. Bu hediye 1.Ahmet’in çok hoşuna gitmiştir ve hediyeden ilhamla sonraki yıllarda dini hükümlere bağlı kalınması şartıyla Ramazan ayının sevinç ve coşkusunu yansıtacak mahyaların kurulmasını istemiştir. Bunun üzerine o dönemde yapımı tamamlanan Sultanahmet Camii’nde uygulanmaya başlanan bu sanat böylece geleneksel hale gelmiştir.
Mahya Yazıları
Mahya kurma hazırlığı yaklaşık olarak ramazandan 15 gün önce başlamaktadır. Ramazan başlangıcında ‘Hoş Geldin Ya Şehr-i Ramazan ‘, ‘On Bir Ayın Sultanı’ olan mahyalar ramazan sonlarına doğru yerini ‘La İlahe İllallah’, ‘Elveda Ya Şehr-i Ramazan’ mahyalarına bırakmaktadır.
Mahyalar nadiren de olsa sosyal mesaj amaçlı olarak da kurulurlar. Örnek vermek gerekirse her yıl 29 Mayıs’ta ‘Yüce Fatih Ruhun Şad Olsun’ mahyası kurulmaktadır. İstanbul Vakıflar Bölge Müdürlüğü tarafından yaşatılmaya çalışılan mahya sanatı Mahya Yapım Atölyesi öncülüğünde varlığını sürdürmektedir.
Mahya Kurulan Camiiler
Fatih Camii, Eyüp Sultan Camii, Sultanahmet Camii, Süleymaniye Camii, Üsküdar Valide Camii, Üsküdar Mihri Mah Camii, Edirne Selimiye Camii, Eskişehir Reşadiye Camii, Bursa Ulu Camii.
Mahya Kitabı
Avrupa Birliği kararıyla Avrupa Kültür Başkenti ilan edilen İstanbul’u 2010’a hazırlayan İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti Ajansı mahya sanatını anlatan ve resimlerle süsleyen kapsamlı bir kitap hazırlatmıştır.
Yazarların bile konu edindikleri mahya sanatı genel olarak babadan oğla geçerek süregelmiştir.